24 Aralık 2016 Cumartesi

Bye 2016

The Apartment
Bir Billy Wilder eseri. Romantizmi, esprileri, twistleri tadında, zamansız filmlerden. Bundan bir 50 yıl sonra bile izlense aynı keyif alınır. Aldığı Oscarları bir bir hak etmiş. Jack Lemmon ve Shirley MacLaine oyunculuk dersi veriyor.
Captain Fantastic
 Uyukladım. Bir film niye kendiyle çelişir anlamadım.

Carol
Kesinlikle kitabı diyorum. Film ilk patladığı zamanlar izleyememiştim ve kitabını okumuştum öncesinde. Film yavan ve yavaş geldi. Ayrıca hikayenin değiştirilen partları da hoşuma gitmedi. Tek güzel kısmı kış mevsimi ve Cate Blanchett birleşimi. Müziklere de artı puan.

Vertigo
Hitchcock sinemasını çok seviyorum. İyi kurgulanmış hikayelere susadığım günlerde ilaç gibi geldi. Midge karakterini çok sevdim. Epeydir film karakterlerine sempati duymadığımı fark ettim. Midge'i hayatta da filmlerde de çok yakından tanıyoruz. Normalde Midge'in John'la en sonunda kavuşacağını düşünürsünüz ama öyle olmadı. Hahaha yaşasın beklenmeyen sonlar.


Cosmos: A Spacetime Odyssey
Kosmos'u her açıdan anlatan 13 bölümlük çok iyi bir belgesel. Adamlar oturmuş sıradan halka evrenin oluşumunu, bizim için hala büyük bir gizem taşıyan uzayı, bu gizemi çözmeye katkıda bulunan bilim adamlarını basit bir dille ve animasyonlarla anlatmış ama biz nelerle uğraşıyoruz. Halbuki MEB'in 100 temel eseri gibi bütün okullarda izletilmesinin zorunlu olması lazım. Biz tabi daha önemli(!) şeylerle uğraştığımız için...
Bu belgesel sayesinde bir çok yeni bilgi öğrendim, yarım bildiğim bazı bilgiler de tamamlandı. Neil deGrasse Tyson'a da hayran oldum.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Mithat Alam'a...

MAFM
Boğaziçi Üniversitesi güney kampüsüne inmek için Hisarüstünden kendinizi aşağıya vurursanız, muhteşem boğaz manzarası ve dillere destan güney meydan arasında küçücük minicik bir binayı gözden kaçırmanız çok muhtemeldir. İşte o bina Mithat Alam Film Merkezi'dir.

Okula başladığımın ikinci senesinde bu aileye dahil olmuştum. Sinemanın fantastik dünyasına yeni adım atmış, büyük bir hızla eksiklerimi tamamlamaya çalışıyordum. Bu küçücük binada dünyam değişmişti. Bende mükemmel anıları vardır.  Blogda da zaman zaman merkeze nasıl heyecanla gittiğimi, Mithat Alam'la nasıl tanıştığımı yazmıştım.

Bu merkezi kuran, büyüten, yeşerten ve hiçbir zaman desteğini esirgemeyen Mithat Alam'ı bugün kaybetmişiz. Çok üzgünüm. Canım çok sıkkın. Merkez onsuz nasıl yürür bilmiyorum. Oraya sadece maddiyatını dökmüş bir insan değildi. Sinema hayatıydı. O kıymetli arşivini öğrencilerin hizmetine sunmuştu. Herkes benim ölü bir insan olduğumu sanır diye kendiyle dalga geçerdi. Toplantılarımıza gelir o toy düşüncelerimizi büyük bir dikkatle dinlerdi.

Huzur içinde uyusun...


25 Eylül 2016 Pazar

Hello Autumn

deadpool
komik ve eğlenceli bir film olmuş.

the jinx
Robert Durst isimli fotoğraftaki manyağın hayatını anlatan bir HBO belgeseli. Belgeselin yönetmeni, önce Durst'ün hayatından esinlenen bir film yapıyor. Ryan Gosling ve Kirsten Dunst'lı film Durst'ün dikkatini çekiyor. Yakalandığında yönetmeni arıyor. Bu yolculuk çok enteresan yerlere gidiyor dostlar

the nice guys
Ryan Gosling demişken sıra the nice guys'a gelmiş. Bazen kafa çalıştırmayan ama sıkıcı da olmayan bir film izlemek istersiniz ya. evet evet o.
sing street
 Once ve Begin Again'den sonra temcit pilavı olmuş kurgu.
tinker tailor soldier spy
Müthiş müthiş müthiş film. çok geç kaldım izlemek için ama olsun. Polisiye, casusluk, suç filmi sevenler ve biraz da bulmacadan yana olanlar için harika bir film.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

52. Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu // Tour of Turkey

tour of fiyasko
52. cumhurbaşkanlığı bisiklet turu kazasız belasız sonlandı. Bisikletçiler İstanbul'dan Selçuk'a yarış için pedallarken ülkemizde 2 kere bombalı saldırı oldu. Vallahi izlerken " Ay artık bitsin de şunları sağ sağlim ülkelerine gönderelim" dedim.

Şuraya tur boyunca zaman zaman yaşanan olayların bir kısmını koymaya karar verdim. Tweetleri silerlerse bir gün post boşa çıkmasın diye screenshot'ladım. Videoları silerlerse direk çöp. Hayırlısı.

https://twitter.com/HalveIndo/status/724195144518406144
Risk severiz.


risk severiz demiş miydim? Zamanlama ve kendini yola atışa 10 puan. Tövbe! Yolda göz göre göre kendini pelotonun önüne atanları gördükten sonra Türk milletinin intihara eğilimli olduğunu falan düşünmüş olabilirler. Hani "bisiklet ya çarpsa nolur" dememek lazım. adamlar yeri geldi mi 80km/h buluyor bir de arkadan gelen 100 kişi var. Toplu katliam.

https://twitter.com/mrconde/status/725427237948952577
Seni mi kırıcaz Mikkel'cim.


düşen bisikletçiye yardıma koşan beykozlu amcalarımız.

Adam Hansen'ı üzenler utansın!!


İngilizce konuşurken ben. Sarper Günsal: "Adama I am'i öğretmemişler!"

https://twitter.com/klcrdm/status/724193172314836992
Best of all geçen seneden olan bu olay. Bir anda bisikletçilerin önüne çimento kamyonu çıkıyor. Başlı başına bir Caps.

***

Ntvspor spikeri tur boyunca bulabildiği herkesi sıkıştırıp worldtour olacak mıyız diye sordu. En ufak bir cevapta suratında "Yaaaa çok beğenmiş turu galiba olacağız ehehe"ifadesi vardı ama ben artık mikrofonu alıp kafasına kafasına geçirmek istedim. Sadece organizasyonun smooth gitmesi yetmiyordur belki. (Gidiyor muydu acaba?) Bir kere güvenlik başlı başına problem. Seneye ülkece yerimizde duruyor olursak göreceğiz artık. Ayrıca gazetelerde ne etaplar süresinde ne de bitişte hiçbir haber yoktu. Oraya izlemeye çağrılan muhabir varsa güzel tatil yaptı mutludur herhalde.

24 Mart 2016 Perşembe

Önüne Yatılası Gruplar: The Last Shadow Puppets


TLSP
Şu hayatta albümlerini baştan sona hatmettiğin grupları say deseniz The Last Shadow Puppets'sız bir liste çıkaramam. 2008'de The Age of The Understatement çıktığında herhalde epey bir süreyi albüme methiyeler düzerek geçirmişimdir. Hele bir de "kalabalığın içinde yalnızlık" tribine girdiğim hazırlık seneme denk geldiğinden çoğu zaman fon müziği olmuştur.

Bu tek albümlük projenin arkasında artık bir ikon olmuş Alex Turner ve onun biricik kankası Miles Kane var. Özellikle Alex Turner'ın şarkılarda yakaladığı ivmeye bayılıyorum ama bence albümün bu kadar güzel olmasının ve patlamasının sebeplerinden biri de yaylıların alametifarikasıydı.

Neyse şimdi 8 sene sonra biz gene albüm yapıyoruz dediklerinde bana bir titreme geldi haliyle. Everything You've Come To Expect önce iki şarkıyla servis edildi ama bence ikisi de bir halta benzemiyordu. Albümün bütününün de ilk albümle yarışamayacağını düşünüyorum. İkilinin de zaten böyle bir çabaya girmediğini röportajlarını okuyunca anladım. İlk albümde sözlerle melodiye ekstra önem verirken şimdi anlatacak hikayelerin o kadar da önemli olmadığını düşünüyoruz demişler.

Röportaj demişken 8 Mart dünya kadınlar gününde SPIN Magazine enteresan bir TLSP röportajı yayınladı.

bromance
Rachel Brodsky'ın ikiliyle röportajı, aslında kadına şiddet ve taciz gibi bizim milletin üzerine master yaptığı bir konuya yazılacak makaleye giriş anektodu gibi kalmış. Başından sonuna Miles Kane'in yersiz şakaları, bakışları, oluşan havayı dağıtmak için gazetecinin sorduğu "Ee bugün başka neler yapacaksınız?" sorusuna "ehehe odama gelmek ister misin?" gibi liseli ergen cevapları ortama limon sıkmış. Üstüne tam ayrılacakları sırada uzatılan eli kendine doğru çekip yanaklarından öpünce Kane, iki yabancının ilk tanıştıkları sırada korunması gereken kişisel sınırı birazcık(!) aşmış. Belki son jesti normalde garip karşılanmazdı ama belli ki öncesinde rahatsızlık duyulacak bir taban hazırlamış. Miles Kane daha sonra gazeteciye bir özür metni yollamış ve onu rahatsız eden davranışları için utandığını belirtmiş.

Yazının altındaki yorumlar "off grup röportajı diye geldik küçük kızımızın mızmızlanmalarını okuduk lanet olsun" tarzında olunca da ister istemez bazı duyguların ve tepkilerin ne kadar evrensel olduğunu düşünüyorsunuz.

Bu arada albümden gelen  3. şarkı Aviation benim tam 8 senedir beklediğim TLSP  havası. Everything you've come to expect ile birlikte iki klip aynı yerde, aynı oyuncularla muhtemelen aynı gün beraber çekilip prodüksiyonu ucuza kapatmışlar.





hahaha favori commentlerimden

Aviation albüm üzerine beklentimi arttırmadı desem yalan olur. En azından bu havada bir iki şarkı daha olsa bari.

13 Mart 2016 Pazar

we all lose 21 grams

21 Grams
Alejandro González Iñárritu'nun kesişen hikayelerde 2. round'u.  Neden bu kadar bekledim ben de bilmiyorum. Bu üçlemede ilk Amores Perros'u daha sonra Babel'i izledim. Babel bence çok uzundu ve artık bu tarzın suyu çıkmıştı. Amores Perros'dan sonra en çok beğendiğim filmi 21 Grams oldu.
Biutiful
Biutiful da kesişen hikayelerden sonra çekilen ilk film olmuştu. Bu film birazcık kısa olsa belki daha iyi olurdu. Bir sürü şey anlatmaya çalışmış ama sığ kalmış. Javier Bardem'in oyunculuğu filmi taşıyor.

***
Sanırım bütün Iñárritu filmlerini de izlemiş oldum. Bir liste yapayım dedim ama açıkçası Amores Perros ve 21 Grams'den sonra neyi koyacağımı bilemedim. Babel hikaye bakımından iyi ama üçlemenin en zayıf halkası. Biutiful'un da özellikle polisten kaçış sahnesini ve Barselona'nın çirkin yüzüne odaklanışını sevdim ama havada kalan, filmden çıkarılmaya kıyılamamış bir şeyler vardı. Birdman ve The Revenant'ı da çekim teknikleri ve görsellik bakımından başarılı bulsam da hikaye olarak beni yer yer sıkmıştı ve ikisinin de şişirilmiş filmler olduğunu düşünüyorum. Bakalım bu kadar pohpohlanmadan sonra ortaya ne çıkacak.

A Streetcar Named Desire
10 üzerinden 10. Oscarlarda en iyi aktör hariç bütün oyuncu ödüllerini toplamış harika bir film. Akademinin malon brando'yu kadro dışı bırakırken vicdanı hiç sızlamadı mı acaba? Vivien Leigh'in muhteşem Blanche DuBois'sı... Normalde eski dönem filmleri izlerken biraz dikkatim dağılır ama ben A Streetcar Named Desire'ı kült listeme ekledim. 

***
today is my birthday! I've realized that it's so overrated.

5 Mart 2016 Cumartesi

Once in a Lifetime

Man on Wire


1974 yılında aklını kaçırmış bir ip cambazı olan Fransız Philippe Petit, çoktan tarihe karışmış ikiz kulelerin arasında yüz yılda bir olabilecek yürüyüş yaptı. Hem de hiçbir güvenlik önlemi olmadan. Man on wire işte bu tarihi olayın üzerine, gerçek karakterlerle yapılmış röportajları ve görüntüleri içeren bir belgesel. 2009'da en iyi belgesel Oscar'ı olmak üzere varı yoğu toplamış. Ancak izleyebildim ve çok geç kalmışım. Baştan sona belgeselden çok fiction film gibi, bu da yönetmenin elindeki belgeleri ve canlandırmaları çok başarılı bir şekilde editlemesinden ve müziği yerinde kullanmasından dolayı. Tam 460 metre yükseklikteki gökdelenlerin üzerinde hayatla ölüm arasında bir çizgide yürümüş bu adam. Belgesel boyunca ikiz kulelerin yükselişini, Petit'in de aynı hızda yükselen tutkusunu, onun bu tutkusuna soru işaretleri olmasına rağmen tam destek olan arkadaşlarını izliyorsunuz. İzlerken "Vay be" dedim. Üst düzey güvenlik önlemleriyle bu işi yapmak kolay ama bu? Bu nasıl bir delilik, buna şahit olabilmek nasıl bir şans!

  

Yürüyüşün ardından gelen şöhret Petit'in ve arkadaşlarının arasındaki bütün dengeleri bozmuş. Zaten Petit'in kendisini anlattığı kısımlarda ego ekranı kaplıyor. Onlar olmasa bu yürüyüşü gerçekleştiremeyeceği apaçık ortada. Sonradan tanıştığı Amerikalıların hepsi korkudan onu yarı yolda bırakmış ama Petit ekibine sırtını dönmüş. Bu zamana kadar da bu işin ekmeğini yemiş hala da yemeye devam ediyor.

Bu yeterli gelmemiş olacak ki bir de Joseph Gordon Levitt'li filmi çekildi aynı hikayenin. Onu izlemedim valla.

Room
Asrın sapığı olarak geçen Joseph Fritzl'in öz kızını 24 yıl bir odaya kapatarak tecavüzünden ilhamla(!) yazılmış kitap Room tabi ki de beyazperdeye aktarılacaktı. Filmle ilgili söyleyeceğim tek şey biri Oscar'ı alıp Jacob Tremblay'e verebilir mi? Brie Larson'la arasında güzel bir elektrik olmuş. Keşke küçük oyuncular hiç büyümese. Ben filmde bir süre uyuklamış olabilirim, evet.



Larson'ın indie star dönemi. Metric'den daha başarılı ki Metric'i de az dinlemedim.

The Lobster
İşte gerçekten ödüllük bir film. Biraz da The Lobster konuşulsun, onun mizahi sahneleri ön plana çıksın. Çift olmanın zorunlu olduğu bir gelecekte eşi olmayanlar bir otele kapatılır ve belli bir süre içerisinde partnerlerini bulmazlarsa bir hayvana dönüştürülürler. Lanthimos'un Dogtooth filmini de çok beğenmiştim. İçinizdeki saykoyu ortaya çıkarıyor. Hikaye kıtlığı falan var diyorlar da biraz şu yönetmenden feyz alın. Weird but worth seeing.

29 Şubat 2016 Pazartesi

Oscars 2016 aka Asın Bayrakları DiCaprio'nun Zaferi

Brie "Geçen yine Leo'yla ödül alıyorum" pozuna girmiş.
Oldu. Vallahi de oldu billahi de oldu. İyicene yaşlanmadan Leonardo DiCaprio Oscar'ına kavuştu. Biraz duygulandık, biraz hüzünlendik. Kimimizin gözünden Titanic'deki sahneler geçti, kimimiz Catch Me If You Can'i düşündü yer yer Inception'ı hatırladı, Wolf of Wall Street de ne filmdi be dedi. Bu ödül güçlü performanslarının hepsine kaldırılan bir kadehti. Ben gerçekten çok sevindim. Hatta DiCaprio'lu bayrağım olsa asardım. Sahnedeki o hınzır gülümseyiş anının giflerini epeyce bir yıl kullanırız artık.

Oscar isimleriyle genelde ters düşerim, filmlere duygusal yaklaşırım, bugüne kadar da her muhteşem performans akademi tarafından taçlandırıldı diye de bir durum yok.

Room'u ve Danish'i hala izlemedim ama bu iki genç oyuncunun Oscar'la bu kadar kolay, yolda 5 lira bulur gibi kavuşması mı gerekiyordu bilemem. Mark Rylance ise sürprizin babasını yaptı  çünkü çok sinsice yaklaştı ödüle ama Sly'dan daha fazla hak ettiğine eminim.

Fassbender sevgilin olsun kırmızı halıda ananla babanla poz ver :(


Birisi de Twitter'da acaba Vikander ve Fassbender sayesinde Michelle Williams & Heath Ledger kırmızı halı romantizmini tekrar yakalayabilir miyiz demiş ama alın size romantizm. Yemin ediyorum bu kızcağızın şimdiden içi geçmiş. Bafta'da Kisscam olayını pas geçtiler hadi neyse, Oscar alıyorsun, yanında Fassbender oturuyor öylece yanağını uzattı. Yazıklar olsun.

Bir adet sevgi pıtırcığı olmuş Ruffalo
Spotlight'ın ödül almasına da ayrıca mutlu oldum. The Revenant ve Mad Max hikayesi sağlam filmlerin yanında biraz boş kalıyor maalesef. İkisinin de hak ettikleri dallarda ödülleri aldıklarını düşünüyorum.

Acaba bir ara delici bakışlarıyla Cate Blanchett postu mu yapsam.



Ne dersin Tom'cum sana da kısmet olacak mı?
Ödül törenlerini sevmeyen, kampanyalarla falan işi olmayan Hardy'ciğimiz için de biraz Oscar'ı beklemedik mi sanki? Kendisi her ne kadar ürün yerleştirme kısmını biraz abartmış olsa da hasretimizi giderdi çok şükür.



Elinde olsa işkembecide kapanışı yapacak  Larson.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Dört Kitap

Zaman Kaybolmaz
Madem teknik nedenlerle filmlere ara verdik o zaman kitapları koyalım. Zaman Kaybolmaz İlber Ortaylı'yla gerçekleştirilen bir söyleşi kitabı. Nehir söyleşi de denilen soru cevaplarla ilerleyen biyografik bir çalışma. İlber Ortaylı'nın Kırım'dan Avrupa'ya göçen ailesiyle başlayıp, Topkapı Saray'ına önce müdür sonra da başkan olmasına kadarki sürecine kadar ilerliyor. Ortaylı gerçekten bilgi birikimi bakımından mükemmel bir insan. Onun bu noktaya, koltuğu sağlam kişileri tanıyıp temelsiz vasıflarla kolay yoldan gelmediğini apaçık görebilirsiniz. Nasıl azimle çalıştığını, ona bilgi ve dostluk bakımından fayda sağlayacak insan ilişkilerini nasıl edindiğini, seyahatlerini, fikirlerini belki de biraz patavatsızca söyleyişini hayranlıkla okudum. Kitapla ilgili tek sorun paylaşmak istemediği konulardaki tavizi. 40 yıl önce aynı ortamda bulunduğu ve belki bir daha hiç görmediği insanları isim ve soyadla anarken, yeri geldi mi bazı soruları "Aman ne biliyim ben şimdi unuttum!" diye yanıtlayarak geçiştirmiş.
Robert Kolej'in Kızları
Robert Kolej'in değil de aslında Amerikan Kız Koleji'nin hikayesi. Amerikan misyonerler birliği tarafından Türkiye'ye protestanlığı yaymak için gönderilen misyonerlerden Mary Mills Patrick Erzurum'da bir süre yaşadıktan sonra İstanbul'a göreve getiriliyor. Burada o zaman Üsküdar'da bulunun yüksekokulun müdiresi olarak göreve başlayan Patrick daha sonra azimle okulu koleje çevirip Arnavutköy sırtlarında şu an Robert Kolej'in ikâmet ettiği binalara taşıyor. İster Hristiyanlığı yaymak isteyen ve azınlık isyanlarını alevlendiren hainler diyin ister başka bir şey, ortada kadınların birey olamadığı bir dönemde ortaya çıkan umut ışığından bahsediyoruz. Türk, Rum, Ermeni, Bulgar, Rus, İngiliz, Alman ve Arnavut her kültürden ve yöreden kızlar buraya gelip bu ışığın ortağı oluyorlar. Arka planda çöküşüne az kalmış Osmanlı İmparatorluğu'nu da batılı gözünden okuma şansı elde ediyorsunuz. Kitabın Türkçe'si biraz bozuk o yüzden okurken zorluyor.
Türk Promethe'ler
Türkiye Cumhuriyet'i kurulduktan sonra ortaya büyük bir sorun çıkıyor: yeni nesli yetiştirecek nitelikli bireyler. Bu sebeple devlet, Sümerbank ve MTA Türkiye'den Avrupa'ya öğrencileri burslu gönderiyorlar, bu kitap da gidenlerin mektuplarından ve anılarından bir derleme sunuyor. Kültür değişimi, gittikleri okullarda eğitimin ve bilimin sonsuz nimetlerini görünce yaşadıkları şok, memleket özlemleri, ikinci dünya savaşı gibi bir çok alt metin barındırıyor.Ben en çok Sabahattin Eyüboğlu'nun ailesine yazdığı mektupları sevdim. Ayrıca Sabahattin Ali'nin yıllardır çok satanlardan düşmeyen kitabı Kürk Mantolu Madonna'da böyle bir dönemi anlatır. Kitabı, didaktik bir şekilde değil de anılar ve mektuplar üzerinden gittiği için çok beğendim.
Türk Mektupları
Bu kitap da Avusturya elçisi olarak Kanuni döneminde Osmanlı topraklarına gelen Busbecq'in arkadaşına yazdığı mektuplardan oluşuyor. Derin bir merakla edindiği tüm bilgileri, gözlemlerini, yaşadığı olayları bu mektuplara dökmüş. Tabi bizim o zamanlar kitapla, anıyla, tarihle işimiz olmadığından dönemin ayrıntılarına ilişkin mükemmel bir kaynak sunuyor. Özellikle saat konulu anılarına çok güldüm. Dönem filmi gibi bir kitap. İstanbul'u betimlemelerle çok güzel anlatmış. Adamcağızı canlandırıp geri getirsek Istanbul'un şu anki halini görüp düşer bayılırdı.

11 Şubat 2016 Perşembe

while my guitar gently weeps



Bir daha böyle şarkılar, böyle performanslar göremeyecekmişiz gibi sanki. Nasıl güzel bir şarkı Thank you George Harrison!



Bu da şu an daha 21 yaşında olan ikiz kardeşler Mona ve Lisa'nın (evet gerçek isimleri) biraz chillout cover'ı. Kendileri 60'ların müziğine hastalar ve o dönemlerin şarkılarını kendilerince yorumlayıp videolarını koyuyorlar.



Hiç eskimeyecek şarkılardan The Hollies'in Bus Stop'ı.

1 Şubat 2016 Pazartesi

Oscar 2016'ya Koşarken


The Revenant


Ödül sezonu geldi mi film izlemekten uzak kalmak, sohbetlerde dışlanmakla eşit. Bangır bangır her yerde gözümüze sokulan film The Revenant da konumuzun başrolü. Neden? Çünkü Leo bu sene Oscarı alacak. Golden Globe ve SAG ödüllerinden sonra tahtını sağlamlaştırdı. Eğer o zarftan Leo çıkmazsa oylar yeniden sayılsın diye change.org kampanyaları ortaya çıkabilir.  Ki bence bu film değildi Leo'ya Oscar'ı getirecek. Ne filmlerde ne karakterlere büründü şans 19. yüzyıl Amerika'sında kürk avcılarının yerlilerle ve birbirleriyle olan savaşını anlatan The Revenant'a vurdu. Film güzel mi? Çekimler ve görüntü 10 üzerinden 10. Inarritu bunları -25 derecede dağa taşa vurup, soğuk suya sokup üstüne karda süründürmüş bu sebeple hepsinin yüzünde tabiatın zorluklarını görüyorsunuz. Authenticity konusunda eline su dökemeyiz şimdi. Tom Hardy yer yer Leo'dan rol çalmış. Gerçi Leo n'apsın. Bazısı tek okla olay yerinde can verirken Leo'nun başına gelenlere çok şaşıracaksınız. Bu destansılık biraz kafa yoruyor ama Inarritu bir röportajında "I’m much less interested in reality in cinema than I am exploring the way we truly experience life, which is far away from reality."* demiş. Peki.

Açılıştaki plan sekans savaş sahnesi ve pek tabi ayı saldırısı ile bu film hep hatırlanır ama bu kadar. Çok uzun 2.5 saat, senaryoda sürpriz yok, diyalog da pek yok.

The Big Short

Afişe bak çay demle. Böyle yıldızlar karması filmlere ben biraz önyargılıyım. Bu filme de önyargılıydım çünkü Margin Call izledikten sonra 1 hafta filmde olanları anlamak için makale okumuştum. The Big Short Amerika'daki Mortgage sisteminin çöküşünü bol terimli diyaloglarla (doğal olarak) ve aralara serpilmiş  Finance for Dummies açıklamalarıyla ekrana getiriyor. Yine de biraz kavraması zor ama ben beğendim en azından bir şey öğretiyor ve düşündürtüp sorgulatıyor. Steve Carell filmin yıldızı. Rolü cuk oturmuş. Max Greenfield Schmidt karakterini kopyala yapıştır yapmış.

Spotlight
Spotlight kesinlikle cast uyumunun kanlı canlı örneği (biraz abartılmış Rufallo'ya rağmen). Amerika'da katolik kilisesindeki sistemli çocuk tacizlerinin izini sürüp yaşananları ortaya çıkaran Boston Globe gazetesinin Spotlight ekibinin başından geçen olaylar, ne eksik ne fazla sade ama çok iyi oyunculuklarla anlatılıyor. Gerçek bir olay. Hikayesi ve oyunculuğuyla doyurucu bir film.


*http://lwlies.com/articles/alejandro-gonzalez-inarritu-the-revenant-interview/

25 Ocak 2016 Pazartesi

The Year of Tom Hardy

Locke
2015-2016 tam bir Tom Hardy senesi oldu. Adam süksenin alasını yaptı. Herkesin dikkatini çekti. Tabi dikkat çekmekle kalmadı aynı zamanda eleştirmenlerden tam puanları da topladı. Mad Max, Legend ve The Revenant'la şu anda o gösterimden bu gösterime koşturuyor. Oscar'a aday da oldu ohh. Valla tam anlamıyla bunların hepsini ve daha fazlasını hak ediyor. Adam hem iyi oyuncu, hem yakışıklı, hem karizmatik. Daha nolsun. Biraz creepy bir imaj çizdiğini de düşünüyorum. Önümüzdeki sene için Nolan ile içinde Mark Rylance'ın da olduğu Dunkirk isimli filmi çekeceği de konuşuluyor. Tam manasıyla yönetmen oyuncu voltranını oluşturdular Nolan'la.

Locke eski bir filmi. (O kadar da eski değilmiş 2013). Tek mekan tek oyuncu.  Herkes tek mekan filmleri sevmez çünkü hikayenin doyurucu ve sürükleyici olması gerekir. Filmde Hardy inşaat şefi Ivan Locke'u canlandırıyor. Heyt bee valla filmin bütün yükünü omuzlanmış. Bence filmin olmazsa olmazlarından biri soundtrack şarkısıydı. Tindersticks'in ex member'ı Dickon Hinchliffe tam on ikiden vurmuş.
Lawless
Madem Hardy moviesle gidiyoruz Lawless'ı da izliyim dedim. 1920'lerde Amerika'daki alkol yasağı üzerinden gerçek bir hikayeyi anlatıyor. Guy Pearce tam bir asshole. Film, genel olarak küçük kardeşin yaptığı gerzeklikler ve başını soktuğu belalar üzerine kurulu. Dönemi anlamak için güzel ama mehhh. Jessica Chastain ve Mia Wasikowska kadın kontenjanından yer bulmuşlar. Iyy hiç de sevmem.

Hodejegerne // Headhunters
İşte gerçek bir Norwegian Thriller. Zeki bir senaryo ( flawless değil ama), başarılı oyunculuklar, norveç soğuğu. Biraz şiddet dozu yüksek olabilir ve bence psikolojinin bozuk olduğu dönemlerde izlenmemeli. BA YIL DIM. Aksel Hennie'yi The martian'da izlemiştim ama orda sığ bir karakterdi. Ne güzel film çekmişler lan biz niye yapamıyoruz böyle şeyler :(

Ex Machina
Son 10 dakika mıçmasaydı iyi bir film olabilirdi. I robot ve Her'ün soyundan ( Belki Lucy? onu izlemedim ama). Pek yeni bir şey sunmuyor yani. Başroldeki eleman - ki hiç olmamış - Caleb'in gerizekalılıklarını izliyoruz burda da. Film boyunca küfrettim valla. Oğlum adam insana en yakın yapay zeka yaratıyor, sanane kaç tane yaptığından sonra onları öldürüp öldürmediğinden. Ayy bir duygusallıklar bir aşık olmalar. Allahın asosyali. Bak yazarken sinirlendim. Hayır yazık oldu Oscar Isaac'e çünkü filmin en güzel kısmıydı.

17 Ocak 2016 Pazar

Mad Max: Fury Road // Creed


Mad Max: Fury Road
Her yer Mad Max ve The Revenant'ın Oscar başarısıyla inliyor. Bir filmi beğenmenin bulaşıcı olduğu dönem geldi çattı. Metascore ve IMDB ratingine bakıp eğer aradığınız filmin ratingleri yüksekse o filmi beğenmek zorundasınız. Ben de bu duruma çok kıl oluyorum. İçi boş filmleri insanlara zorla beğendirtiyorlar.

Neyse ki Mad Max izlenir bir film çıktı. Konusunu okuyunca, Charlize Theron'u görünce ve fragmanını izleyince hikaye olarak boş bir film olduğunu anladım. Allahtan Theron'un oyunculuğunu gözümüze sokmadılar.

Filmin Oscar branşlarında görüntü, görsel efekt ve yapım tasarımı dallarında gerçekten rakipsiz olduğunu düşünüyorum. Bilgisayar oyunu gibi film ve daha da güzeli efekt konusunda geldiğimiz nokta. Eskiden nasıl sırıtırdı o eklemeler. Gerçekten 2 saat nasıl geçti anlamadım. Ayy! Oyy! Amanın! derken film bitti. Tam sinemada iMax izlenecek filmmiş. Kaçırdık iyi mi?

Filmin yıllardır yapımının planması, sürekli ertelenmesi de beklentileri yükseltmiş ve bu yüzden beğenilirliğini arttırmış olabilir, kabul ama ruhu dolduran, düşündüren, oyunculuk izleten bir film istiyorsanız bu mad max değil.

İşte Mad Max'den bana kalan. Gitarından alevler çıkaran hollywood mehterbaşı ağası. O hengamenin içinde gitarından hiç ayrılmamasi hatta üzerinde uyuması falan cok iyiydi. İnsanı inanılmaz gaza getiriyor.
Creed
Sylvester Stallone'a Golden Globe getiren film Creed. Oscar'da da en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülüne aday oldu Rockymiz. Şimdi ben Sly'a bu ödülün bu zamana kadar sinemaya verdiği emekten dolayı bir onur ödülü, efendime söyleyeyim bir "bak seni unutmadık" ödülü olarak verildiğini düşünüyorum. Çünkü adeta kendisinin balmumu müzesinden heykelini getirip filmde kullanmışlar.

Oldum olası boxlı filmleri sevmedim. Million Dollar Baby olsun The Wrestler olsun. Box anlamsız bir spor(!) dalı ve hikayeler de haliyle ilgimi çekmiyor. Rockyleri de ustalara saygı kuşağından biliyorum. Sırf Sly'ın performansı için izledim. Filmin matematiğini şıp diye tahmin edebilirsiniz. Diyaloglar aşırı zorlama. Hatun koyacağız diye Bianca karakteri eklenmiş ve hiç olmamış. Filmin en güzel bölümü benim için (ironik) son 20 dakikaydı.

13 Ocak 2016 Çarşamba

Elena Ferrante / The Neapolitan Novels (Napoli Romanları)

My Brilliant Friend

Şu anda kitapları bir çok dile çevrilen ve İtalya'nın en başarılı yazarlarından biri olarak anılan Elena Ferrante bize Napoli romanları başlığı altında 4 ciltlik bir seri hediye ediyor. Öncelikle söyleyeyim Elena Ferrante yazarın gerçek ismi değil. Kim olduğunu sadece yayıncıları biliyor. Düşünün ki yıl olmuş 2016 bir yazarın adını Google'a yazıyorsunuz  ve elinize sadece kitaplarının kapakları geçiyor. Başka hiçbir şey yok. Röportajlar çok az ve bunlar da yine editörler aracılığıyla yapılıyor. Hepsi bu. Kadın mı erkek mi ya da birden çok kişiler mi bu soruların hepsi konuşulup tartışılıyor. Ben en azından kadın olduğuna hemfikirim. Hem röportajlarını hem de kitaplarını okuyunca bu fikrim güçlendi. Yazarın anonim kalmasının sebebi ise sadece kitaplarıyla anılmak istemesi. Ben elimden geleni, fikirlerimi, duygularımı ve benliğimi eserlerime koydum kim olduğum hiç önemli değil önemli olan sizin kitaplardan ne aldığınız ve algıladığınız diyor. Bu yüzden de kitapları yazarın kişiliğine karşı hiçbir önyargınız olmadan okuyorsunuz.

Napoli serisinin ilk üç kitabı Everest Yayınları tarafından Türkçe'ye Eren Yücesan Cendey tarafından çevrilmiş. Ben kitabı öğrendiğimde sadece ilk kitap çevrilmişti bölünmesini istemediğim için İngilizce versiyonlarını okudum ve hepsini bitirdim. Şimdi de iyi ki böyle yapmışım diyorum çünkü meraktan çatlardım. Yazar normalde seriyi tek kitap olarak yayıncının önüne koymuş ve o şekilde basılmasını istemiş ama yayıncı n'apsın. 1000 sayfa kitabı çevirmesi zor, okuması zor, taşıması zor. 4'e bölüp seri haline getirmişler. Ekonomik olarak da daha kazançlıdır eminim.

Peki bu meşhur Napoli serisi ne anlatıyor, olayı nedir?

Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım

Ferrante bize Lila ve Luna'nın arkadaşlığını İtalya'nın güneyinde Napoli'nin fakir bir mahallesini set kullanarak anlatıyor. 1950'lerde başlayan ve çocukluktan gelen bu arkadaşlığın öyküsü 2000'lere kadar uzanıyor. Bu sebeple kitabın türü bildungsroman olarak geçiyormuş. Ben de yeni öğrendim.


Kitap sadece Lila ve Luna'nın öyküsünü de barındırmıyor. İlk başta gözünüzü korkutacak bir karakter listesi karşılıyor sizi kitabın başında. Bu bana yüzyıllık yalnızlık kitabını hatırlattı. Her karakterin kim olduğu ve ne iş yaptığını tek tek söylüyor yazar. Napolinin işçi sınıfında kimler mi var? Marangozu, bakkalı, ayakkabı tamircisi, amelesi..  Büyük cüssesi ile çocukların ve yetişkinlerin korkulu rüyası Don Achille, karanlık ilişkileriyle Napoli'nin mafyavari ruhunu mahalleye hissettiren Solara ailesi, bu ruha tamamen aykırı, bu yüzden de Lila ve Luna'nın dikkatini hemen çeken şair-kondüktör Donato Sarratore ve daha kimler kimler.

Lila yoksul bir ailenin kızı. Küçüklüğünden itibaren nevi şahsına münasip karakterini hep göstermeyi başarmış, her zaman ailenin sorun yaratan küçük kızı olmuş. Luna onun okul sıralarında arkadaşlarına mürekkebe batırılmış kağıtları nasıl fırlattığını ya da korkusuzca erkeklere taş attığını anlatıyor. Bütün bu yaramazlıklarına ve ailesinin ilgisizliğine rağmen okumayı ve yazmayı kendi kendine öğrenebilecek kadar da zeki. Öyle bir zeka ki bu, kitapları okurken inanamıyorsunuz, şaşırıyorsunuz yok artık diyorsunuz.

Luna ise Lila'nın bu zekasını bazen takdir ediyor ama çoğu zaman kıskanıyor ve imreniyor. O hiçbir zaman tek başına okuduğunu analiz edebilen, çözümleyebilen ve yorumlayabilen biri değil. Hayatı boyunca elde ettiklerini hep çok çalışmasına borçlu. Geceleri uykusuz kalacak kadar okuyor, eksiklerini kapatmaya çalışıyor bir yanı hep Lila'nın zekasına yetişmeye çalışıyor.

The Story of a New Name

Evet bu arkadaşlığın en temelinde bir rekabet var. Lila ve Lula birbirlerinin eksiklerini görüp arkadaşlığın gerektirdiği şekilde bir yandan bunları kapatmaya çalışırken, bir yandan da kendi üstün yanlarını sivriltmeye daha baskın olmaya çalışıyorlar. Kadınların birbirleriyle olan ilişkilerinin en temiz yansıması bu kitapta: Kıskançlık ve rekabet.

Gelgelelim zaman geçiyor ve "ah şansı olsa profesör olur, cumhurbaşkanı bile olur" dediğimiz Lila okulu bırakmak zorunda kalıyor ama Luna tüm gayretleriyle yeri geldi mi Lila'nın da desteğiyle yoluna devam ediyor. Bu öyle bir sevgi nefret ilişkisi ki Luna, Lila'nın bu haline bir yandan üzülürken, diğer yandan da kendi başarısını gölgelemediği için içten içe mutlu oluyor.

Ne biçim arkadaşlık bu diyorsunuz okurken. Birbirlerinden kopmalarını istiyorsunuz. Özellikle Lila için öyle bir karakter çiziyor ki Ferrante aklınızı alır. Bir kaç sayfa önce nefret ederken, şeytanın kendisi bu derken, bir kaç sayfa sonra onu da anlamaya çalışıyorsunuz. Kitabı tek taraflı bir gözle okumamızın da bunda bir etkisi olabilir, çünkü olaylar Luna'nın ağzından anlatılıyor. Tabi Luna da sütten çıkmış ak kaşık değil. Özellikle ailesine ve kardeşlerine karşı duruşu beni çok rahatsız etti. Kendini kurtarmak için ne kadar uğraştıysa kardeşleri için kılını bile kıpırdatmadı. Ancak onlar da yetişkin olduğunda hayatlarına müdahil olmaya çalıştı ama olan olmuş ölen ölmüş artık. Yeri geldi çocuklarını bile ikinci plana attı ve bunu kendi ağzıyla da kabul etti.

Yeni Soyadının Hikayesi
Artık yetişkinliğe doğru adım attıkça karakterlerimizin arkadaşlık ilişkilerine bir de erkekler misafir olmaya başlıyor. Düşünün Luna'nın oyuncak bebeğini hiç düşünmeden karanlığa gönderen Lila'nın erkekler konusunda neler yapamayacağını.

Kadın erkek ilişkilerinde ve özellikle aile yapısında İtalya bizden hiç farklı değil. Ataerkil toplum ve düşünce yapısı Napoli'nin her kapısından kendini gösteriyor. Hem Lila'nın hem de Lula'nın önünde güçlü ayakları yere basan bir kadın örneği yok. İkisinin de annesi ev işlerinin peşinde koşturan, babalarının gölgesinde, ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlar. Küçük yaşta evlenmek, yeri geldi mi evlilik dışı birlikte yaşamak onlar için alışılagelmiş bir durum. Kadının sesi yok. Luna içten içe bu duruma karşı ve üstesinden gelebilmek için, kendini kabul ettirebilmek için, sesini duyurabilmek için çok çalışıyor. Luna'nın eğitimine devam edebilmesi için elinden geleni ardına koymayan Maestra Oliviero'dan tutun Profesor Galiani'ye, Adele'e, Mariarosa'ya, Nadia'ya hep imrenerek bakıyor aslında. Onların ayakları yere basan karakterlerinin güçlü yönlerini içine çekmeye çalışıyor. Kopya ediyor, kendine özgü bir şekle sokuyor. Hayatına giren bütün erkeklerin entelektüel birikimine hayran kalıyor ama bununla asla yetinmiyor. Onun için önemli olan onlara cevap verebilmek, kendi fikirlerini sunmak ve erkeklerin fikirlerini çürütebilmek. Çok zor bir savaş onunki. Hala da öyle değil mi? Hangi ülkede kadınlar ve erkekler gerçekten eşit haklara sahip?


Those Who Leave and Those Who Stay

Luna Napoli'den kaçmak için uğraşadursun Lila Napoli'den hiç ayrılmıyor. O, terör ve korku salan Napoli'yi değiştirmek istiyor. Attığı her bir adımın ve aldığı her bir kararın müthiş zekasını kullanarak yaptığını ve kendi çıkarlarına hizmet etmesi için planladığını düşünüyorsunuz. Küçük çirkin sorun yaratan kız büyüdükçe aurasıyla çevresindeki herkesi girdabına alan bir kadına dönüşüyor. Herkes ona imreniyor, nefret edenler bile onun büyüsünden yararlanmak için yanından ayrılmıyor. Lila ise aslında Luna'nın sahip olduğu fırsatları elde edememenin acısını başkalarından ama en çok kendinden ve Luna'dan çıkartıyor. Ona öyle bir ihanet ediyor ki kitabı fırlatıp atasınız geliyor ama bir yandan da tam da Lila'dan beklenen hareket diyorsunuz.

Ferrante'nin kitabın kurgusuna şıp diye oturttuğu İtalya'nın savaş sonrası tarihini de es geçmemeli. İşçi sınıfı, komünizm, faşizm, sınıflar arası çatışmalar, hükümetin ve polisin tavrı, öğrenci hareketleri, sokak ortasında kavgalar, üniversitelerde gösteriler protestolar, fail-i meçhul cinayetler, tutuklamalar, yolsuzluk... Sadece İtalya'da değil dünyada olan gelişmeleri de hiç sırıtmadan kitabın kurgusuna yediriyor. Aynı bir dönem dizisi izler gibi kitabı okuyorsunuz. Sanırım İtalya'da dizi olarak çevrilecekmiş bile. Umarım kaliteli bir yapım olur ben de izlemek çok isterim.

Terk Edenler ve Kalanlar

Everest yayınları 3. kitap Terk Edenler ve Kalanlar'ı Ocak 2016 itibariyle yayınlamış. Umarım kitaplar ilgi görür ve çok okunur. Ayrıca Türkçe kapakları çok daha anlamlı ve başarılı buldum. Bence Amerika'da çıkan kapakların konuyla hiçbir alakası yok.

Kayıp Kızın Hikayesi

Eğer modern İtalyan edebiyatı üzerine bir ders veriyor olsaydım mutlaka bu kitabı kullanırdım. İçinde o kadar çok tartışacak konu var ki... Her biri üzerine ayrı post yazılır.